Bu Blogda Ara

20 Aralık 2017 Çarşamba

Kafa açılması da evren gibi. Evreni nasıl bilirsiniz? Nasıl bilirdiniz? Öldü zira. Ölümden sonrasına inanır mısınız? Kabir azabı dediklerini sadece ölümden sonra mı yaşarız? Bu dünyada, yaşadığımızı sandığımız dünyada, uyumsuz olmayı seçemediğimiz ama oluverdiğimiz dünyada, bize öğretilen dünyada, ölmüş gibi olursak, sonrasına da inanmıyorsak, kabir azabına yüzleşme demişiz. Önce kafamızda yüzleşiyoruz. Yüzsüzce yaşamayı değil de yüzleşmeye inanıyorsanız geçmiş olsun, hoşgeldiniz. Şimdi pişmanlıklarınızı, yaşayamadıklarınızı ve tüm acılarınızı bitirdiyseniz eski defterlerinizi kapatın. Her sene bir heves aldığınız yeni ajandalarınıza benzemesin bu durum, lütfen. Benim için değil bu lütfen, insanlık için.
Bir siz varsınız dünyada, onu keşfettiniz tamam. Bir siz, bir de yaratıcılarınız. Aileniz deyin, arkadaşlarınız, kendiniz.. Herkesin, herkes kimse işte, her şeyi bildiği dünyada geç de olsa sizin de kafanız basmaya başladıysa şanslısınız. Ben şansa inanırdım, siz buna şanssızlık da diyebilirsiniz, sonuç değişmeyecek. Ölünce gübre olacağıma inandığım için bir çeşit reenkarnasyon diyelim, ölümden korkardım. Gübre olmanın öyle kötü bir şey olmadığını anladığımdan beri ölümden de tırsmıyorum. Korkmadığım için de yüklenmiyor bana, iyi.
Hayatın anlamını aramayı bırakamadığım için hayatı yaşamayı başaramıyorum. Hayat da buna sağolsun pek yardımcı olmuyor. İşsiz kalmayı istedim sandım oysa yaşayabilecek kadar para ile tembellik hakkımdı istediğim. Evrene mesaj gönderirken dikkat edin demişler, ne mesaj göndereceğimize de seçenekler dahilinde o belirliyorsa. Ona da mizaç, genetik filan demişler. Her bir boka bişey dedikleri için yeni bir şey diyemiyoruz.
Bu dünya bir terbiye edilme ve olgunlaşma yeri. Dünya sağlık örgütünün de, ansiklopedilerin de ne dediğinden bağımsız, gençlik denen şey yaşla ölçülmüyor. Yaptığınız hataların, seçimlerinizin sonuçları ile ilgili. Yaşınız kaç olursa olsun kendinizi hiç büyük ve o yaşta gibi göremiyorsunuz, göremiyoruz. O halde sizde değil, yaşınızda sorun olmalı. Dünyanın yaşına bakın, insanın tarihine, size anlatılan hikayelerdeki insanlık tarihine, binlerce milyonlarca yıla bakın. Nasıl oluyor da 18 senede, devede tüy olan 18 senede olgunlaştığınızı iddia etmeleri nasıl oluyor da akla yatıyor. Yatmıyor ama büyümeyi gözümüzde büyüttüğümüzden beri 18 sene geçince bir bok olduk sanıyoruz. Eve çıkınca, mezun olunca, işe girince, evlenince, çocuk yapınca büyüdük sanıyoruz. Evren dahi dedikleri gibi, hala büyüyorsa biz neden 35 senede hala çocuk olduğumuz gerçeğine sırt çeviriyoruz. 18 yaşın verdiği bize verdiği yetkiye dayanarak yaptığımız hayat seçimlerimizin değiştirilmez olmasına inanmıyoruz artık. O nedenle hayat “artık yapamam” dememizi umursuyorsa, “tamam yeni bir başlangıç yapıyorum”u da aynı şekilde karşılıyor. Az biraz umrunda olarak.

Gizli kameralardan güvenlik görevlilerinin izlediğine inandık, telefonların ön kameralarından korsanların, giyinme odalarında sapıkların, televizyonlarda milyonların. Peki yaratıcıların sizi izlediğine neden inanmakta eksikli kaldık. Bunu farkettiğinizde büyümüş oluyorsunuz işte. İçinizdeki serseri çocukla birlikte büyümüş oluyorsunuz. Çocuk orda duruyor, siz ilk gençliğinize el sallıyorsunuz, aklınıza estiği gibi davranamayacağınızı öğreniyor ama biraz da aklınıza öyle geldiği için ilk kez bilinçle öyle davranıyorsunuz. Karışık gibi biliyorum, karışık olması olmadığı anlamına gelmiyor. Karışıklık iyidir, kafanızı açar.

15 Kasım 2011 Salı

Hamilelik anıları --dikkat spoiler içerir--


Öncelikle şunu belirterek başlayayım herkesin hamileliği kendine. Erkeklerin askerliği, kadınların hamileliği anılarla, abartmalarla dolu oluyor. Kimi zaman olayı yaşamamış olanı gereksiz korkutur ya da ciddiye almasına engel olur. Bütün bunları aklımın bir kenarında tutarak yine de okumak isteyen olursa diye yazacağım.


Hamileliğim genel olarak rahat geçti. Ciddi bir sağlık problemi yaşamadım, ruhsal bir sıkıntı da neyse ki olmadı. Hatta yakın arkadaşlarıma göre normal zamanlarda hamile gibi olduğum için hamileliğimde ermişim, sakinlemişim. Hamileliğin ilk ayı; yumurtanın olgunlaşması, folikülden salınması ve döllenme ile geçiyor. Yani aslında daha döllenme olmadan hamile sayılıyoruz.
Bulantı, aş erme, rahatsızlık hissi yaşamadım. Hatta hamileliğimin 10. haftasında Amsterdam, Lizbon ve Paris'e gittik sevgiliyle. Bu ziyaretlerde yediğim içtiğim şeyler ve gittiğim yerler içinde Lizbon'da soğanlı balıklı karışım ve Paris metrosu dışında midemi bulandıran pek bir vaka yaşamadım. Gerçi bu mide bulantısının hamilelik ile ilgili olduğunu düşünmek de saçma olabilir. Bu konuda şanslı bir hamilelik geçirdim diyebilirim.
Ense kalınlığı ölçümü, ikili, üçlü ve dörtlü testler ile ilgili fikrim; sonuç ne olursa olsun ( sadece olasılık hesaplıyor) - %100 çıkmadığı sürece- hamileyi ve dolayısı ile bebeği terörize ediyor oluşlarıdır. Bu testlerde bir takım olasılıklar hesaplanıyor, bu bilgiler tıp dünyasında bir bilgi bankasında depolanıyorsa ve sonuçlar ile olasılıklar karşılaştırılıyorsa dahi bu bilgilerin hekimin kontrolünde olması gerektiğini düşünüyorum. Bence aile ile hemen paylaşılmamalı.
Etik konusunda uzman olan hekimler daha iyi bilirler tabii ama kan sonuçlarının çıkmasının beklendiği o bir hafta öleyazdım sadece ense kalınlığı üst sınıra yakın çıktığı için. Daha amniyosentez yaptırıp sonucu almayı uzun süre bekleyen gebeleri düşünemiyorum.
Şimdi geri dönüp bakınca ne gereksiz telaş yapıp ağlamışım diyorum ama daha bu sabah kusuyor bu çocuk diye doktor arkadaşımızı ziyaretimizi aynı potada eritemiyorum.

Doğumun son bir haftaya öncesine kadar koştur koştur gezen, evini derleyip toplayan, her türlü yardımı şiddetle reddeden bir kadındım. Son bir hafta yorgunluk, halsizlik, uyku isteği, evden çıkmaya direniş... Ve sonunda 10 Eylül 2011 sabaha karşı 04:17de mini sancılarla başlayan doğum eylemi.

Normal doğum

Doğum ile ilgili çok şey okudum hem bloglardan, hem de mini bir kütüphane yaratacak kadar çok sayıda hamilelik kitaplarından. Normal doğum yapmayı kafama koymuştum. Kontrole gittiğim doktor bebeğin kafasının bu doğuma izin vermeyebileceğini söylüyordu. Özel hastanelerden ezelden beridir tırsarım, işin içine para girdiğinde; etik kuralları tanıyan doktor sayısı para miktarı ile ters orantılı olarak düşer gibime geliyor.
Evimize trafik olmadığında yakın sayılabilecek mesafedeki özel hastanenin iyi kalpli ama beni yeterince cesaretlendirmeyen doktoruna güle güle deyip son ay SSK hastanesinin kalabalık koridorlarında muayenelere gittim. Kendimi gayet iyi hissediyordum. İlk SSK muayenesinde de doktor normal doğum ile ilgili benzer şeyi söyledi ama ekledi. "Tabi bu sezaryen ve normal doğum kararının; sancılar geldikten ve çatı muayenesi yapıldıktan sonra verilmesi daha doğru olur. Biz şimdi ancak küçük beyin kafasının üst sınıra yakın olduğunu söyleyebiliriz. Ama siz de uzun bir kadınsınız..." Bu benim için yeterli idi. Planlı sezaryen nedir onu hiç bilemedim, hiç doktora sormak aklıma gelmedi. İtiraf ediyorum doğumun 8 cm ile 10 cm açıklığı arasında planlı plansız her ne şekilde olursa olsun sezaryen aklıma gelmedi değil. Sadece 1 saat böyle düşünmem sıkıntı yaratmadı, hatta doğum sonrası hastane koridorlarında zombiler gibi dolanan sezaryanlıları görünce o bir saatki sancıyı unuttum gitti.

09 Eylül Cuma günü doktora gittim Nst cihazına bağlandım (son ay yapılan rutin işlem) yine. Sonucu doktora gösterdim eve geldim. Salı günü tekrar gelmemi söyledi doktor. Akşam annem babam ve sevgilim ile birlikte yemek yedik. Erkenden uykum geldi. Saat 04:17de hafif bir karın ağrısı ile uyandım. Herkeste farklı olabilir tabii ama benim hissim reglinin ilk günü hissedilen hatta gece olduğunda uykudan uyandırıp "aaa regl olmuşum" dedirten cinsten bir ağrıydı.

Doğuma bu kadar yakın olup, bu ihtimali o kadar aklıma getirmemekti benimkisi. Çünkü bu ağrıyı akşam yemekte yediğim kuru fasülyeye bağlıyordum. Gaz sancısı olduğunu düşünüp uyandım ayağıma çorap giydim, tuvalete gittim. yeniden uyudum. Sevgiliyi uyandırdım " galiba sancım var ama emin de değilim sen uyu"dedim. O da uyudu. 10 dakika geçti geçmedi tekrar sancı geldi. Gaz olduğuna o kadar emindim ki bir daha tuvalete gittim. 10 dakika 10 dakika derken 1 saat geçti. Artık sevgiliyi uyandırdım ama yine de gaz olabilir diyorum hala. Elimizde doğum ile ilgili bir kitap, son dakikaya kadar sınava hazırlanan öğrenci misali bir yandan okuyoruz bir yandan emin olmaya çalışıyoruz. Bu arada duşa girdim, ılık su iyi geldi biraz. Yani sancılara iyi gelecek bir durum yok çünkü ağır geçen regl sancısı eşiğinde. İyi gelme kısmı zihnime oldu, açıldım biraz. Saat de bu arada 06:00yı bulmuştu. Ağrı geldiğinde derin nefes alıp dışarıyı izledim. Kalorifer peteklerine ellerimi koyup azıcık eğildim. Doğum konusunda hala şüphe taşıyordum artık gaz olmadığına emindim ama yine de yalancı sancı diye bişey duymuştum. Yalancı sancıyı gerçek sananların aksine ben gerçek sancılarımı "acaba yalancı mı bunlar" diyerek geçiştiriyormuşum.

Annem ve babamı uyandırdık saat 08:00de. Kahvaltı yapıldı ailecek, kahvaltıda babama "baba senin de gazın var mı" derken aklımda sadece gaz sancısı nedeniyle doğumhaneye giden salak hamile fikri vardı. Oysa 15 dakika sonra vardığımız SSK hastanesinde aynı hikayeyi anlattığım doktorun "evet doğum başlamış açıklık iyi durumda demesi" ile asıl salaklığın benimki olduğunu anladım. Doğum ile ilgili detayları iki ay sonra hatırlayamıyor oluşumu hafızanın insanı yanıltmasına bağlıyorum zira her bir anını hatırlarım diye düşünüyordum.

O kadar çok şey okuyup hiç bir şey bilmeyen kişiye enayi denir. Enayiliğime doymayayım, ebe nasıl ıkınacağını biliyorsun değil mi dediğinde "anaa, bilmiyorum valla" dediğimi hatırlıyorum. ki Anaaa kelimesini doğumun tüm evrelerinde anneeee şeklinde kibarlaştırarak kah yüksek sesle kah derin nefeslerle kah anırarak dile getirdim. Aynı enayilik doğumun 8-10 cmlik açılma evresinde "ben sanırım vazgeçeceğim" dediğimde de geldi üzerime.

Bu dokuz aylık zaman diliminde ve sonrasında doğum sürecinde bol bol anladım. Annelerin anne olunca anlarsın deyişlerini, ben seni dokuz ay karnımda taşıdım serzenişinin ne anlama geldiğini, ayağına çorap giy üşütürsünleri anladım. Ve kimbilir daha bilmem kaç bin şeyi daha anlayacağım. Anlayamayacağım şeylerin başındaysa, bebeğinden bahsederken biz diyen kadınlar geleceği kesin. Biz çok üşüdük, biz çok akıllıyız teyzesi...

24 Ekim 2011 Pazartesi

yeni ev arkadaşımız geldi


Şubatın 19unda yazmışım hamile olduğumu.
Planım hamileliğimi ay ay yazmaktı. Hem diğer hamile adaylarına yardım olsun hem de hamilelik sonrasında ve hatta sırasında bazı olayların unutulmasına engel olmaktı. Hayatımdaki az şeyi planlı yapabildiğim için tabiki bu blog yazma isteği de uçtu gitti. Ufak tefek detaylar dışında çoğu şeyi hatırlıyorum gerçi.
O nedenle ay ay değil toplu bir hamilelik yazısı yazmayı planlıyorum.
Sonda söylemem gerekeni başta söyleyeyim.

Bir oğlumuz oldu. 10 Eylül 2011 Cumartesi 16.14te dünyaya geldi. İsmini Kerem Güney vurduk.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Yeni ev arkadaşımız hoş geliyor

Karanlık bir noktaya bakıp heyecanlanmak sadece gerilim filmlerinde olur sanırdım. Ama ocak ayının 17sinde kara bir noktaya bakarken sevinçten bayılayazdım. Çekirdek ailemize, sevgili ile bana, ikimize yeten artan taşan sevgimiz üçüncü bir arkadaşa evrildi.
Kendisi karar verdi, hoş geldi.

16 Şubat 2009 Pazartesi


Zarf
tam mektup yaşındadır otuzundaki kadın
ne süs, ne kenar suyu gerekir ona
anlayışlı, mutluluklar dileyen cümleler vardır ya
hepsi sırasıyla, acele etmeden yazılacaktır
sonrası kanat takmış bir pul
sonrası ikindi mutluluğu içinde
sakin bir zarf, hayata uçurulacaktır:
merhaba otuz dizesi sevinçli bir şiirin
merhaba sevgilim hayat otuz pulun için

yenilmek

İnsan yenilmeyi sevmemeli, yenilebileceğini de bilerek ama asla yenilmeye tahammül etmeden, kabul etmeden. Yenilir, yine dener, yenilir, yeniden dener, işin keyifli kısmı burada. Mücadeleyi sevmeyen insanı ne yapalım ki, ne işe yarar böylesi birisi. Hayat hep mücadele üstüne kurulu, mücadele etmeyen, yenilgiye boyun eğen kişi hiçbir şey elde edemiyor, boyunu aşan işlere karışmalı insan bazen. Boyunu da aşmalı, uzaya da fırlamalı. Yani denemeli cesur olmalı, özgür olmalı. Belki herkese güvenmemeli ama güvenebilecekleri de kaçırmamalı, dertlerine ortak olacakları ittirmemeli elinin tersiyle, onu gerçekten sevenleri kovmamalı hayatından.
Kendi ayakları olmalı insanın güvenle yere bastığı, kendi elleri olmalı sevdiceğini kavradığı, kendi gözleri olmalı doğruları görmesini sağlayan, kendi yüreği olmalı kendi kulağını verdiği, kendi sevgilisi olmalı inandığı, inanmak istediği, kendi geleceği olmalı yarattığı, kendi sırtı olmalı sevdiklerine güvenle dayadığı. Yani insan kendisi olmalı, kendi seçtiği, istediği... zafer hiç yıkılmamak değil, her yıkıldığında yeniden ayağa kalkabilmektir
Flora
göllerimi bırakıp denizlerine gelirim

sevişmek için seninle
Flora, çağlayanın karnında çırpınan kayık
isteğin masalı
tenime dağılan mıknatıs
yüzükoyun yatmasan göremezdim
sırtında bir bahçıvanın makas izleri
Sevdalılar Parkı'nda ağır yaralı
dudakların boynumun altında patlayan
yavru papatya
sokaklar bile göç ediyor Flora
saatler ıslanıyor
Tamburi Cemil Bey çalıyor seni anımsatan şarkıları
kente kanadı kırık melekler yağıyor
sevdamız yüksekten uçurdu bizi
sevdamız, siste dolaşan tavuskuşları

biz sevişirken ölmeliyiz Flora
köprülerin üzerinde, çatlayıp bizi ikiye bölen
erimiş bilgisayarlar bulmalılar çöp kutumuzda
oyuncak mağazaları için soygun planları
tahtlar, somun altından
biz sevişirken ölmeliyiz Flora
birileri haber vermeli bunu muhabbet kuşlarına
şişmek şişmek doymamak
Herkesin başına zaman zaman gelen, bazılarını terketmeyen eylemdir. mesela beni bu ara terketmiyor.
gün boyu yersin canının istediklerini, tıpkı küçükken öğrendiğin şekilde, tek taraflı değil dengeli beslenerek. ama havalardan mı nedir lanet olsun, artık neresiyse olayı kontrol eden mekan beyin midir, beyincik mi, mide mi kan şekeri karaciğer mi her neresiyse "ver şu emri hadi nolur ver artık dersin" gelmez o emir, sen hala o yediklerine rağmen kuzu çevirirsin zihninde, ızgara köfte dumanı içinden geçersin, uff uff diyerek közlenmiş patlıcan soyarsın, keşkülleri götürürsün höpür höpür.

halüsinasyonlar gördürür bünyeye, ruhunu şey yapar.satın almaya çabalar. tıpkı elma şekeri teklif eden çocukluk adamları gibi.

"herşey beynimde herşey beynimde, aslında aç değilim, sadece susuzluk bu durumun nedeni" diyorum iki saattir, kafamı dağıtmak için tonlarca sey yazdım, ama farkettim ki ölüyorum açlıktan

iyisi mi ben tırnağımı yiyeyim, bacağımı obsesif biçimde sallayayım, hem enerji de harcarım.

uyku ile uyanıklık arasında beyne n nevm ve l yakaza

sabahleyin sıcak yatağın içinde gözleri açmaya çabalarken, bir yandan da beyni toparlamaya, bünyeyi güne hazırlamaya çalışılan zaman dilimidir.

işte bu zaman diliminde insan beyni bi tuhaf çalışır.
insan yeni bir sürü ev aleti keşfedebilir, alternatif meslekler düşünebilir, su sıkıntısına çareler bulur. bu insanlığa faydalı mevzuular yanında bireysel sıkıntılarına çareler üretir. sevgili ile dünya turuna çıkma kararı alınır, önceki gün kendisine söylenmiş olan, içinde yer etmiş en fazla "kötü söz sahibinindir" naifliğiyle karşıladığı sözcüklerin hakaret olduklarını yeni farkeder, ve filmlerden öğrendiği matrixvari tekniklerle muhatabı olan kişiyi bi güzel döver zihninde, ikramiye talihlisi olduğunu öğrenince ne yapacağını kararlaştırır, bu yazki üç günlük tatile neler neler sığdırmaz, durduramaz beynini, düşünür de düşünür.
sonra bi farkeder ki erken kalkayım da duş alırım iddiası geçersizleşmiş, yetişilmesi gereken yere geç bile kalınmıştır.
küme çalışması

küme başkanı, küme sözcüsü, küme yazıcısı ve küme üyelerinden oluşan, belli bir konuyu sınıf arkadaşlarına ve öğretmene sunmak için
hazırlanmış, yapan öğrencilerin kendine güven, topluluk önünde konuşma, uyumlu ve birlikte çalışma gibi kişisel özelliklerini
geliştirmelerini hadefleyen aktivite.

hepimiz katıldık bu küme çalışmalarına, noldu...
sorular gelirse ben cevaplarım dedi birileri,
birisi dedi benim yazım güzel,
birisi dedi ben pano gibi birşey hazırlayayım eğlenceli olur,

bazıları da masanın kenarında arı mayalı silgiden parçalar kopartıp,
havaya atıp düşerken avucunun içiyle vurdu.
işte onlar da birdirbir oyununda, uzuneşek de özgüvenlerini pekiştirdiler.bizim köyün imamı alttan verir samanı üstten çıkar dumanı, çattı pattıkaç attı...bunlar da sonradan şarkıcı olanlar
doğru kodese gidiniz!

monopoly oyunundaki en sinir bozucu ifadelerdendir.
oyunun başlarında, yani kimsenin oteli, efendim evi filan yokken gelirse pek can sıkar. hem semt alamazsın, hem başlangıçtan geçip paracıkları. millet kendine göre bir düzen kurar, sen öyle kodesteyim, efkarlıyım şeklinde oyundan dışlanırsın. çıkarsın kodesten, üzerlerine evler kurulmuş semtlerden geçersin elalem senden para ister, bir tuhafına gider, damda yatıp çıkmış muamelesi görmek istersin, hiç. kiralar artmış baya, dersin içinden "bir suç muç işlesek de girsek yeniden", burdaki suç işlemek denen şey, trişkadan bir zar atmak anlamına gelir. beklersin, o da gelmez verirsin 20.000 kirayı, üstelik çektiğin kartta da başlangıçtan geçme, para alma yazmaktadır, sabredersin, derin bir ohh çekip.

cesaret cesaret

doğruluk mu cesaret mi sorusunun mottosu olan şişe çevirmece oyununun upgrade edilmiş halidir bu oyun. önceki oyunda bulunan doğruluk kısmının çıkartılıp yerine ikinci bir cesaret seçeneğinin konulmasının temel sebebi, oyun ekibinin enseye şaplak göte parmak kıvamda olmasıdır. oyun bar ortamında bayık bayık oturup, hiç konuşmadan, jackass izlerken keşfedilmiştir. asıl sebep sıkıntıdır. yani ihtiyaçlar insan yaşamını belirler.

oyunda şişe çevirmek illla gerekli değildir, ne bulunursa çevrilebilir. çevrilen nesnenin , öncesinden oyunu oynayan ekip tarafından kararlaştırılan ucu kimi işaret ederse, o kişi cesaret seçeneklerinden birini, yani cesareti seçerek kendisini ortaya atar. mızımak yoktur, kan çıkar.

kısa bir örnekle anlatılırsa;

ilk seçilen kişiye şu görev verilmiştir, barın ile oturulan masanın arsında duran miller dolabı açılacak, içinden bir miller alınıp göz hizasında 10 saniye tutulacak, çevirilip burna yaklaştırılıp dikkkatle bakılacak, geri dolaba konup uslu uslu masaya geri dönülecek.
herşey yolunda görünür, ta ki elde miller 7.saniyede masadaki diğer oyunculardan birisi bağırırır, hırsız var diye. gülümsenir, dişler sıkılır, garsona durum açıklanır.

ikinci oyuncu, garsona o günlerin sık kullanılan cümlelerinden birini söylemelidir. abi ,100 bin liran var mı abi, bira alacağım - orjinali köfte alacağım şeklindedir.- garsona sorulur, garson sabrının sonundadır, ne dese haklıdır, başımızın üstünde yeri vardır, bizim
eşekliğimiz,trişkalığımızdır.

son oyuncuya
ise yan masadaki adamın kelini öpmek kalmıştır, ne denilirse denilsin kabul ettirilemez.oyunun başındaki kural hatırlatılır.

mızınmaz, kan çıkar şeklinde. yanıt anlamlıdır; öbür türlü de kan çıkacak.,

eveeet, bu ufak örneğin ardından, demem o ki, oynayın eğlencelidir.
bak seeeeen...